Hemen iki adım ötemizde, Suriye sınırımızda, kadınlar çocuklarını Trablus kuşaklarıyla bağlayarak gövdelerine, uzun bir yolculuktan geliyorlar. Arkalarında anılarını ve ölülerini bırakarak. Niye bitmez bu toprakların acısı? Ölüm sinmiş sanki coğrafyasına
Soğuk, yağmurlu bir gündü. Güz ya da baharın ilk günleri olmalı, bilemiyorum. Çok küçüğüm çünkü. Tüm kardeşlerle yan yana uzanıp yattığımız “tafana”yı ve içine atlayıp yeni doğmuş kuzularla kucaklaştığım “bolum”u yıllar sonra ziyaret ettiğim eski evimizde, hiç de düşündüğüm gibi bulamamıştım. Çocuk zihnimde nasıl da büyükmüş her şey. Duyduklarım gibi. Anam fırının yanında birileriyle fısıldaşıyor.
‘’Terzi Celal’in karısını nihayet bulmuşlar, köybağındaki damların birinde.’’
Genç bir kadının yağmur, şimşek ve yıldırımlara boğulmuş bozkırın ortasındaki bir kulübede, ölü bulunmasından daha çok, annemin söyledikleri kazınmıştı zihnime:
“Eli kuşağındaymış, sıkıca tutmuş, açamamışlar yumruğunu…”
Eli kuşağında ölüme giden genç kadının sessizce yürüdüğü tozlu yollara akşam inmek üzere. Kasabanın büyükbaş hayvanları yaylımdan dönüyor. Mezarlığın başladığı yerde diğer çocuklarla birlikte yamaçtan aşağıya inen toz bulutunu bekliyoruz heyecanla. Az sonra, pofurtularla ve burunlarından havaya savurdukları sıcak dumanlarla geliyor sürü. Anamın, akraba düğünlerine giderken, kırmızısını kazıyıp tükürükleyerek kendine “allık” yaptığı kuşağı, şimdi boynumda asılı bir torbaya kement olmuş, ineklerin arkasından koşarak, çıkardıkları gübreyi topluyorum. Boynumda dolu torbayla ve muzaffer bir edayla vardığımda evimize, topladıklarımı duvara yapıştırıp kışlık yakacak yapacak ebem. Ebemi, kocaman pütürlü elleriyle sıvazlayıp dualar okuyarak, yıkanmış şeker çuvalından biçilmiş “göynek”leri cılız bedenime giydirirken hatırlarım hep. Bir de her sabah, salonun köşesindeki yatağına oturmuş, uzun bir kuşağı annemin yardımıyla döne döne beline sarmasını. Kuşak beline dolandıkça havaya doğru dikilir, canlanırdı sanki. Evimizin direğiydi ve yaşadığı sürece evimizin ve bahçemizin dışına çıkmadı.
1980’li yıllar. Tıp fakültesindeyim. Sınavların bitip tatile girdiğimiz günün akşamı İzmir-Ankara biletim elimde, Bornova Çınar Pastanesi’nin altına sıralanmış otobüs yazıhanelerinin önünde bekliyorum. İzmirli arkadaşlarım Çeşme, Kuşadası yazlıklarına yollanırken beni gazozhane bekliyor. Sabaha kadar sürecek Ankara yolculuğu. Molalarda otobüs camından âşık olduğum kızlar. Öndeki koltuğun cebinden taşan şiir kitapları.
Avanos’a vardığım günün sabahı, ayağımda tokyo, abimin eskilerinden bir pantolon, belimde “kendir”den kuşak, paçalarımda serin sular, gazoz dağıtacağım.
Ankara’dan aktarmalı öğleye doğru Nevşehir’e varan otobüs, yolcularının çoğunu Nevşehir garajına bıraktıktan sonra kalan yolculardan hangisinin sayısı fazlaysa önce o kasabaya doğru yol alırdı. Bu bazen Avanos, bazen de Ürgüp olurdu. Dua ederdim, önce Avanos’a gitsin diye. Ürgüp’e giderken geçen yarım saate dayanamazdım. Nihayet yokuşu aştıktan sonra, Kızılırmak’ın kenarında sessizce beni beklediğini zannettiğim kasabayı görünce, nedense otobüsü durdurup koşmak gelirdi içimden, öyle bir özlem.
Otobüsten inip hızlı adımlarla evimize yürüyorum. Evin önünde gezinen ebem olmalı. Uzaktan pek anlaşılmasa da, yaklaştıkça, beline bağlı ince uzun bir kuşağın diğer ucunun evin kapısına bağlı olduğunu anlıyorum. Bir zamanlar törenle beline sarılan kuşak, şimdi zinciri olmuş. Kuşağın bir ucu dış kapının koluna, diğer ucu da beline bağlanmış. Epeydir başka bir gerçekliğin içine yuvarlanmış ebemi sıkıca kucaklıyorum.
“Kaçıyor, gidiyor oğlum, köye gideceğim diye. Ne yapalım, başka care bulamadım” diyor annem elinde tepsiyle bahçedeki fırına giderken. Bir elim ellerinde, diğeri kuşağının ucunda sessizce oturuyorum ebemle. Beni, Cemel’den gelen akrabalardan biri zannetmiş, mahsulü, ekinleri, köyde kalanları soruyor durmadan.
Bir kaç sene sonra kaybettik ebemi.
Babamı da vefatından sonra, benim de doğduğum evin hemen arkasındaki mezarlıkta yatan anasının ayakucuna gömdük. Cenazeyi mezara koyarken en yakınlarından birkaçı mezara iner. Bizde de öyle oldu. Babamı kucağımıza verdiler, yavaşça koyduk toprağa. Onu birazdan sonsuza kadar orada bırakacağımı bilmenin acısıyla öylece dikilmiştim mezarın ortasında. Ne yapacağımı bilmeden bakmıştım, babamın artık bir çocuk gövdesine dönmüş bedenine. Uzanıp kefene sarılmış kuşağını topladım ben de, cebime koydum. Beni de onun ayakucuna bıraktıklarında bir gün, aynı kuşağı sarmaları için gövdeme, saklıyorum… İnce bezden kuşak parçası, şimdi belleğim artık.
Benimle aynı yıl Amasya’nın Kayacak köyünde doğan Bayram Lafçı’nın 3 Aralık 1980’de ailesine teslim edilen cesedinin ayaklarında ise, Bayram’ın kemeri bağlıydı. Bayram, 80 darbesinden önce Amasya’da Ticaret lisesinde okudu. Liseden sonra Amasya Eğitim Enstitüsünden mezun oldu. Öğretmenlik yapamadı. Cezaevine düştü. 3 Aralık 1980’de Havza yakınlarında silahlı bir çatışma sırasında yaralı olarak ele geçirildi. Yaralı olduğu halde kemerini çıkarıp ayaklarından cipe bağladılar. Suluova’ya kadar sürükleyerek öldürdüler Bayram’ı. Cesedi ailesine teslim edildiğinde cipe bağladıkları kemeri hâlâ ayaklarındaydı. Babasının ve geride kalanların belleği oldu o kemer.
Urfalı Şahe’nin kuşağı ise oğluna kaldı. Şahe, çok erkenden ve kendinden bilmem kaç yaş büyük bir adamla evlendirildi. Zılgıtlarla gönderilirken koca evine, babasının söylediği lafı da hiç unutmadı Şahe.
“Artık senin evin orası. Bizimle bir bağın kalmadı. Buraya tekrar geri dönersen ancak tabutun içinde dönersin.” Hikâyenin sonunda babanın dediği çıkar. Onca eziyet ve dayaktan sonra, baba evine dönemeyen Şahe kendine başka bir yolculuk seçer, Evin banyosundaki bir çengele asar kendini. 1,5 yaşındaki oğlunu da geride bırakmayıp, kendinden ayırmamak için, bir kuşakla sıkıca sırtına bağlar. Çocuğun ağlamasıyla kapıyı kırıp içeri girdiklerinde, Şahe’nin ölüsünü bulurlar. Anneler ölürken bile çocuklarının ellerini bırakmıyor, ne tuhaf…*
Hemen iki adım ötemizde, Suriye sınırımızda, kadınlar çocuklarını Trablus kuşaklarıyla bağlayarak gövdelerine, uzun bir yolculuktan geliyorlar. Arkalarında anılarını ve ölülerini bırakarak. Niye bitmez bu toprakların acısı? Ölüm sinmiş sanki coğrafyasına. 1915’te, masum elleriyle anasının kuşağına tutunmuş, soğuğa ve açlığa terkedilmiş ölü çocukların “mayrik” feryadı… Ya da faili meçhul oğullarının kemiği bulunursa bir gün, onları bir torbaya koyup omzunda koklayarak gezdirmek isteyen annelerin kederi. Şimdi de Kürt kadınları; çocuklarını bağlayıp bellerine, kendilerine bir çare arıyorlar, hiç adil olmayan bir savaşın ortasında… Gidip, yoksul kuşaklarının ucuna bağlanmak geçiyor içimden, hani bir çare olur belki içimdeki sızıya!..
*O. Ünlü