İnsanlık tarihinin ilk konut projesini yapan Çatalhöyüklüler, 9000 yıl önce ölülerini evlerinin tabanına gömüyorlardı
İnsanlık tarihinin ilk konut projesini yapan Çatalhöyüklüler, 9000 yıl önce ölülerini evlerinin tabanına gömüyorlardı. Çocuk ölülerini ise evin girişindeki eşiğin altına.
1997’de geldim Okmeydanı’na, daha doğrusu Şark Kahvesi’ne. Sıcak bir temmuz günüydü. Bir ara buralarda dolaşırken gördüğüm bir bina nedense gözüme hastane gibi gözükmüştü. İlk önce, şimdi “acil” olan zemin kattaki oto tamirhanesinin önündeki sandalyeye yanlamasına oturmuş, kısa boylu, göbekli adama açmıştım niyetimi:
“Hastane yapacağım burasını!..”
“Öyle mi!... Hayırlı olsun… İyi olur aslında…”
Esmer terli yüzünde, hınzırca ışıldayan alaycı bakışlarını hemen yakalamıştım ama.
Elindeki çay bardağını yere bırakırken, devam etti konuşmasına: “İyi düşünmüşsün bence. Burada herkes hasta… Müşteri çok yani, merak etme.” “Mesela bu aşağıdaki, kafadan hasta, de mi lan?” diye bağırdı kamyonun altındaki çukurda uğraşan kır saçlı adama.
1997’de geldiğimde Okmeydanı’na, çocuklar gecekondu azmanı, çatıları demir filizli evlerin balkonundan bakıyorlardı aşağıdan geçen araç ve insanlara, ya da sessizce oturuyorlardı apartmanları sokağa bağlayan kirli merdiven eşiklerinin üzerinde. Ne bir ağaç, ne bir park, ne de meydan vardı etrafta. Masum alınlarını dayayıp camekânların arkasına, sessizce büyüdüler ve kimse fark etmedi onları.
Onlarla birlikte büyüdüm ben de.
1997 olduğuna göre, demek ki Berkin henüz doğmamıştı. Ailesi ne zaman gelmişti İstanbul’a, bilmiyorum. 1999’da doğduğuna göre, ateşlendiği bir gece, ya da kustuğunda olmadık bir zaman, annesi büyümüş gözlerle getirmiştir mutlaka hastanenin acil servisine.
Bina, pasajdan bozma tuhaf bir binaydı ve Erzincanlı bir adama aitti. Hasan abiye... Nevşehir’de lisede okuduğum yıllar, o da Refahiye’den gelmişti Okmeydanı’na. Belli ki hemşerilerinin yanına. Hemşerileri, ondan yirmi yıl önce geldikleri ve yağmurlu günlerde ancak ayaklarına naylon poşetler sararak yürüyebildikleri bu topraklara gecekondu kurmuşlar, yol yapmışlar, elektrik, su bağlamışlardı. Herkese yer vardı yani.
Üniversiteye başladığımda ise, o galiba ilk yaptığı katın etrafında gece gündüz nöbet tutuyordu. Binasını hem yeni gelen hemşerilerinden, hem de belediyenin zabıtasından korumak için. Üçüncü sınıfa geçtiğimde Erzincanlı üçüncü katı çıktı bir önceki katın bekleyen demir filizlerinin üzerine. Mezun oldum, mecburi hizmet için Anadolu’ya gittim. Hacı Taşan’ın saz çalıp türkü söylediği meyhanede kasaba bürokratlarıyla ilk yemeğimi yerken, bizim mal sahibi Belediye Meclis Adayı olduğu Özal’ın partisinin ileri gelenlerine, binanın girişindeki et lokantasında ziyafet veriyordu. Çok sonraki sohbetlerimizde o günlerden söz ederken, siyaset yapma tarzını veciz bir atasözüyle anlatıyordu: “Yedireceksin doktor bey, yiyen ağız utanır.”
Zemin katta kamyon tamirhanesi, girişte et lokantası ve kıraathane, bir üst katı iki hemşerisine kiralamış, biri hafriyatçı, diğeri muhasebeci. Onun üzerinde de “Düğün Salonu” vardı. Halay çekerken rahat dönülmüyor diye ortadaki kolonu kesmişlerdi bin bir zahmet. Her düğünde aşağıya doğru bel veren salonun üst katına da ev yapılmıştı.
1993’te Çiller başımızdaydı ve o yıl 2 Temmuz’da, Sivas’ta, içinde kardeşlerimin ve arkadaşlarımın olduğu 35 insan herkesin gözü önünde yakılmıştı. Çatalhöyüklülerin evlerini mezar yapmalarından 9000 yıl sonra, oğullarının mezarını arayanların ülkesi olmuştuk en sonunda. Okmeydanı’nda binalar hızla çoğalıyor ve yükseliyordu bu arada. Berkin henüz doğmamıştı. Annesi Ali İsmail’e hamileydi ve Ethem yeni ilkokula başlamıştı Ankara’da. Hatice Hanım’ın en küçük oğlu Abdullah ise eh, artık yürümeye başlamıştı Hatay’daki evlerinin önünde.
1998’de açtık hastaneyi. Açılışı, konuşmasının ilk yarım saatini dönemin İngiltere kraliçesinin Osmanlı padişahına gönderdiği çiçek aşısıyla ilgili mektubu okuyarak geçiren Metin abi (Erksan) yaptı. Konuklar açık büfeyi beklediler sabırsızlıkla.
Hastaneyi ve hastaneciliği hiç bilmiyordum. Ne yapacağımı kara kara düşündüğüm günlerin birinde, esmer yanık yüzlü, yoksulluğun yaşlandırdığı yorgun çehresinin altında aslında çok daha genç olduğu anlaşılan bir adam geldi acilin kapısına. Yanında elini tutmuş, korkuyla bakan sekiz dokuz yaşlarında bir oğlan çocuğu. Biraz ağlamış galiba, ama şimdi çaresizce suskun. Kirli yüzünde biraz önceki ağıtın izleri hâlâ duruyor. Kimsenin onu dinlemediği ve hâlâ ikna olmadığı o kadar belli ki…
Adam, soru soracak birisini arar gibi bakındı etrafına. Üzerinde önlüğü olan bir hemşireyi uygun bulmuş olacak ki, ona doğru yürüdü birkaç adım:
“Sünnet yapılıyor mu burada?”
Hemşire gayriihtiyari bana baktı. Doktordan daha çok “dükkan sahibine” bakar gibi bir bakıştı gözlerindeki. Hiç ilgilenmiyormuş gibi yaparak önüme döndüm. Konuştuklarını duyuyorum ama.
“Yapılıyor” dedi hemşire.
“Ne kadara yapıyorsunuz?”
Hemşire bir an durakladıktan sonra geçmiş zaman hiç de yüksek olmayan bir rakam söyledi. Cevabı alan adam bir an durakladı, düşündü, oğlanın yüzüne baktı sessizce. Sonra boğazını temizleyerek konuştu:
“Gel oğlum gidelim. O kadar paramız yok. Başka yerde yaptırırız…”
Yürüdüler caddeden aşağıya doğru.
Dayanamayıp, koştum arkalarından. Kemal Tahir’in “Kurt Kanunu”ndaki Emin Bey gibi. Onun, kitapta kendisini soran Abdülkerim Bey’e sesini duyurmak için koşarak bağırması gibi bağırdım cadde boyunca: “Arkadaş, sünnet yaptıracak arkadaş, bi bakar mısın!..”
Bir semtle beraber büyüdüm ben de...
Erzincanlı mal sahibimin, içinde halaylar çekilen düğün salonunun da olduğu binanın karşı apartmanın penceresinden bakan Sivaslı kız, sekreter oldu bir avukat yazıhanesine, küçük oğlan dayısının oto yıkamacısında çalışmaya başladı, abisi epeydir fason atölyedeydi zaten.
2001’de bir başka hevesle bütün sokaklarını dolaşmıştım mahallenin ve semti ne kadar az tanıdığımı da anlamıştım böylece. Adım adım gezdiğim sokaklarında çocuklar camekânlarda ya da kapı eşiklerindeydiler her zamanki gibi. Partilerinden aday olmaya heveslendiğim genel başkanı karşılamaya gittiğimizde havaalanına, adamın karşısında yarım saat konuştuktan sonra bana değil de arkamdaki televizyona baktığını fark ettiğimde zaten anlamıştım boşa kürek çektiğimi.
Lütfi Akad, 1940 yılından bu yana devam eden büyük göç olayını anlatmaya çalıştığı Gelin, Düğün, Diyet üçlemesinin ikinci filmi “Düğün”ün senaryo çalışması sırasında, hikâyesini anlattığı aileyle ilgili sorular sorar sürekli: “Aile bir abla, iki yetişkin erkek kardeş, iki küçük kız kardeş ve onlardan küçük bir erkek kardeşten oluşuyor. Ana baba yok. Bu insanlar işsiz, parasız ve mesleksiz bu koca kentte ne yaparlar? ‘İnsan eti yerler’ der arkadaşı. Doğru... İnsan eti yemek insanlığın ilk günlerinden kalma bir alışkanlık. Sorun, zahmetsiz yiyecek. Bütün canlı varlıklar buna çok hevesli. İnsan kolay ve besleyici bir av, ama çabuk bitiyor. Daha iyisi, onu çalıştırıp yetiştirdiği ürünü yemek. Sonuç olarak insan eti yemekle, emeğini yemek arasında bir fark yok.”
20 yıla yakındır buralardayım. Epeyce yaşlandım. Yeni ve çok daha yüksek binalar dikiliyor etrafımıza. İnsan eti yemeye devam ediyor muktedirler. Yeni Berkin’ler camekânların arkasında ya da kapı eşiklerinde. Değişmeyen tek şey yoksulluk… Kimse haberdar değil çocuklardan ve kimse sormuyor onlara ne olduğunu.
Eduardo Galeano’nun her okuduğumda içimi titreten bir hikâyesi vardır. Managuz’da bir çocuk hastanesinde yılbaşı öncesi tüm çalışanlar ve doktorlar erkenden evlerine gitmişlerdir. Son kontrollerini yapıp evine gitmeye hazırlanan hastane müdürü Dr.Fernando, koridorda bir ayak sesi duyar. Dönüp bakınca hasta çocuklardan birinin peşinden geldiğini görür. Loş ışıkta sessizce gelen bu kara bahtlı, kimsesiz çocuğu tanır. Hasta çocuğun artık ölümle kırışmış olan yüzüne ve belki de izin almak ister gibi kıpırdayan gözlerine bakar bir süre. Hasta çocuk ellerini uzatır doktora ve “birilerine söyleyin…” diye fısıldar, “birilerine söyleyin benim burada olduğumu.”
Alıntılar:
Lütfi Akad, Işıkla Karanlık Arasında
Eduardo Galeano, Kucaklaşmanın Kitabı