Tarih: 12.12.2024 09:37

Dilek Ekmekçi: Adalete açım, bedenim açlığı hissetmiyor

Facebook Twitter Linked-in

“Biyolojik ailemi bilme, bulma gibi en temel varoluşsal hakkımı aramak için bir ceza hukuku doktoru kadın olarak çıktığım bu yolda, arşı delen haksızlıklarla karşılaştım. “

“Sonunda beni 86 yaşındaki kalp hastası Cumhuriyet’in ilk hakimlerinden birinin kızı olan evlat edinen annemden de ayrı düşüren bu şeytani kötülüğün, zulmün son bulmasını umuyorum.”

24 Ekim’den bu yana Bakırköy Cezaevi’nde tutulan Ceza Hukukçusu Dr. Dilek Ekmekçi’nin avukatı Murat Sadak, Ekmekçi'nin zorla Bakırköy Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne götürüldüğünü açıkladı.

Hastane’ye götürülmeden hemen önce bianet’in sorularını yanıtlayan Ekmekçi, “Ben her şeye rağmen, ülkeyi esir alan eril ve cinsiyetçi kötülükle mücadele ederken; aslında “baba sözü de dinleyip” güçlü bir kadın olmaya devam ediyorum” diyor.

“Cezaevi personelleri beni “fenomen” olarak anıyor”

Neden açlık grevine başladınız? Toplumdan ne bekliyorsunuz?

Açlık grevi yapma düşüncesi bende ilk olarak 4 yıl kadar önce ortaya çıktı. Bir ceza hukuku doktoru olarak, bir avukat olarak en temel ve varoluşsal hak arayışlarımda özellikle başkent Ankara merkezli olarak devamlı engellemeler yaşıyordum.

2014 yılından beri bu böyle artarak devam ediyordu. Bütün bu hukuksuzluklarla evlatlık bir çocuk olarak biyolojik ailemi bilme arayışımda soybağı mücadelemde karşılaştım. 2013 yılı Ağustos ayı sonunda Altındağ Nüfus Müdürlüğü kapalı kayıtlarında aynı anda yurda terk edildiğim bir ablam olduğunu öğrendikten sonra; biyolojik anne babamı bulup tescil ettirmek bir hukuk devletinde bu kadar zor ve meşakkatli olmamalıydı.

Bu meşakkatin sebeplerinden soybağımı Adalet Bakanlığı’nda memuriyet karşılığı yok eden şahısların, hiçbir yaptırıma uğramamış olmasını aksine benim o şahıslara tazminat ödemek zorunda bırakılmamı hazmedemiyorum mesela. Yurtta yetişen biyolojik ablam, içinde bazı kamu görevlilerin de olduğu organize bir yapı tarafından eskortluğa sürüklenmiş olmamalıydı.

Biyolojik annem cinayete kurban gitmiş olmamalıydı. Sanık olan biyolojik dayım tutuksuz yargılanıp, beraat ettirilmeye çalışılıyor olmamalıydı. Biyolojik babam güçlü ve zengin biri olsa bile, kendisiyle soybağı kurmam bu kadar zor olmamalıydı.

En azından ben acı ve zor da olsa bu hakikatlere ulaştıktan sonra; Türkiye hukuk devleti olsaydı, bu konularda adaleti sağlardı. Ancak sadece hakikat değil, adalet arayışımda da engellendim.

Üstelik bunları bir ceza hukuku akademisyeni, yetkin bir hukukçu olarak yaşadım. Varoluşumun en temel parçası olan biyolojik aileme ilişkin yaşadıklarım yetmez gibi, ömrümü adadığım çok sevdiğim mesleğime dair de inandığım bütün değerler alt üst oldu.

Daha ülkedeki hukuksuzlukların boyutu bu kadar ayyuka çıkmamışken; 2020 yılı Eylül ayında, doktora tezimde de savunduğum şekilde, adaletin bozulan terazisini yaşadığım hukuksuzlukları sosyal medyada ifşa ederek düzeltmek istedim.

Biyolojik ablam gibi yurtta yetişen ve fuhuşa sürüklenen Aleyna Çakır’ın ölümünün baş şüphelisi Ümit Uygun’un yine şüpheli şekilde ölen, yurtta çalışan ve EGM bağlantılarını da facebook profilinde belli eden annesi Gülay Uygun’un cenazesi başında, dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya ve Ankara’daki soruşturma savcısına neredeyse sinkaf eden özgüveni, hali tavrı bende bardağı taşıran damla oldu.

Yetiştirme yurtlarındaki devlete emanet kızları fsekz işçiliğine sürükleyen yapının bulduğum peteğini, bu olaydan 1 yıl kadar önce Kasım 2019’da ihbar etmiştim. Ancak jet ve skandal şekilde takipsizlik verilip, örtbas edilmişti.

Amacım Aleyna Çakır olayında Müge Anlı’nın bile peşini bıraktığı kangren olmuş yaranın örtbas edilmesine artık izin vermemek ve etkin soruşturma yapılmasını sağlamaktı.

"Paralel derin devleti net olarak gördüm"

Bir yanım hala adalete inancını korumaya çalışıyor, diğer yanım ise 15 Temmuz 2016 darbe gecesi 3000’e yakın hakim savcıyı derdest ettiren ekibin baş aktörlerinden ablamı fuhuşa sürükleyen emniyet müdürü olarak ihbar ettiğim Koray Öner’in beni tutuklatma ihtimalini göze alıyordu.

Ancak ablamı kullanarak bana bel altı vuracaklarını, sapkın iftiralarla itibarsızlaştırmaya çalışacaklarını, Ankara merkezli kötülüğün bu kadar organize olduğunu tabii ki bilmiyordum. O gün bildiklerim bir leblebi kadardı, bugün ise bir karpuz büyüklüğünde.

Her neyse, o noktada bile açlık grevi yapmayı düşünmemiştim. Ancak babalık davamın davalısı, abim olduğu ortaya çıkacak ve 2000lerin başında Enerji Bakanlığı müsteşar yardımcılığı yapmış şahsın bana karşı şahitli saldırısı sebebiyle 6284 sayılı kanun kapsamında tedbir talebim Ankara 1. Aile Mahkemesi tarafından reddedilince; işte o zaman bana karşı organize, cinsiyetçi, paralel ve derin devlet teşvikli bir saldırı olduğunu net gördüm.

Çünkü aynı Ankara 1. Aile Mahkemesi yurtta yetişip fuhuşa sürüklenen ablamı, fuhuş baronlarından değil benden korumak için 6284 sayılı kanun kapsamında tedbir kararı almıştı. İşte ilk o zaman açlık grevi yapma düşüncesi, gözüme tek çare olarak göründü. Örtbaslar bitmiyor, kumpas ceza dosyaları üzerime yağmaya devam ediyordu.

“Hasımlarımın sayısı çoğaldı, unvanları büyüdü”

Sonra ne oldu?

Nitekim 2022 yılında Mehmet Ağar’ın adının geçtiği bir tweetimden dolayı 6284 sayılı kanun kapsamında kumpasla 3 gün tazyik zorlama hapsine maruz kaldım. Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi’ne 3 kere girdiğim için cezaevi personelleri arasında şu anda “fenomen” olarak anılıyorum.

Son iki tutuklama üzerime atılı “FETÖ üyeliği” iftirası sebebiyle malum. Eylül 2024 başından beri tutukluyum. Bu süreçte Osman Kavala’ya benzer şekilde önce sözde serbest bırakılıp, sonra tekrar tutuklandım.

Aslında oradaki 2 günde de serbest bırakılmış değildim, gözaltında tutuldum. Hukuka ulaşmak için çare gördüğüm sosyal medya paylaşımlarım, 4 yıldır hukuksuzlukların arşı deldiği kumpas (SLAPP) soruşturma ve davalar sürecine evrildi.

Tabii ki bu süreçte her kumpas, yapıyı daha iyi tanımama vesile oldu. Cesaretim bana ulaşan tanık, haber kaynağı, mağdur ve müvekkillerin sayısını arttırdı.

Bu yüzden hasımlarımın sayısı çoğaldı, unvanları büyüdü. Ayhan Bora Kaplan çetesinin, Sinan Ateş cinayetinin arka planını en iyi bilen, Mersin-Samsun kokain hattı illeri networkünü, Mehmet Ağar Elazığ, Süleyman Soylu Trabzon networklerini çözen kişi olmamın bedelini bana ödetmek istediler. Süreç beni her defasında ve maalesef acı, kriminal olaylarla haklı çıkarıyor.

Toplumun bunu görmesini bekliyorum. Hukukun olmadığı, hukuksuzluğun ödüllendirilip hukukçuluğun cezalandırıldığı ülkede ekonomi de düzelmez.

Türkiye’nin en büyük sorunu adaletsizliktir. Bunun anlaşılmasını bekliyorum. Karşımızda ben dahil tekerlerine çomak sokan herkesi taammüden ve kamu gücünü kötüye kullanarak öldürebilecek kadar organize bir kötülük var. Mirasçılarıyla babalık davam devam eden müteveffa milletvekili T.E. bana ortaokul yıllarımda Sami Güner’in özel basım “Turkey” kitabını armağan edip iç kapağına; “Beni, aileni ve Türkiye’yi çok sev ve unutma, her şeyin en iyisini yapacak güçtesin” diye bir not yazmıştı.

Organize suçlulukla mücadele konusundaki tezimle yüksek lisansı bitirdiğimi öğrendiğinde de, ağlamaktan telefonda konuşamamıştı. Ben her şeye rağmen, ülkeyi esir alan eril ve cinsiyetçi kötülükle mücadele ederken; aslında “baba sözü de dinleyip” güçlü bir kadın olmaya devam ediyorum. Ancak ruhum adalete o kadar aç ki, bedenim açlığı hissetmiyor bile..

"Osman Gökçek'in şikayeti ile akıl hastanesine götürülmek istenmem çok şey anlatıyor"

Devletin yetiştirme yurtlarına emanet kızların fuhuşa sürüklenmesi sorununu Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürü olduğu dönemden beri kurumsallaştıran ismin İ. Melih Gökçek olduğunu yıllardır söylüyorum malum.

O dönemlerden beri skandallarıyla tanınan cinsiyetçi dili ve tavrı bilinen, adı Turgut Altınok’a kumpas olayından, Okşan olayına kadar, Leyla Umar’a bel altı kumpasına kadar kaset kumpaslarıyla anılan, kendisini organize suç örgütü kurmaktan gözaltına alan eski DGM Başsavcısı Nuh Mete Yüksel’in de birkaç yıl sonra kaset kumpasına uğramasını manidar bulduğum bir isim Melih Gökçek.

İşte bu Melih Gökçek, tutuklanmama sebep olan adli mobbing suretiyle işkenceden şikayet ettiğim Ankara C. Başsavcısı Gökhan Karaköse’yi hem kendisinin, hem Ayhan Bora Kaplan’ın avukatı olan, Ayhan Bora Kaplan’ın çocuğunun kirvesi Fatih Atalay ile beraber 27.11.2024 tarihinde ziyaret etmiş. Yıllardır kendisine yönelik her tweetime ölü taklidi yapan Melih Gökçek’in Gökhan Karaköse göreve geldikten sonra her bir tweetimi ayrı ayrı şikayet edip, hakkımda 18 ayrı ceza dosyası açtırmış olması ve oğlu Osman Gökçek’in şikayetiyle de akıl muayenesine gönderilmeye çalışılmam ne çok şey anlatıyor.

"Cesaret bulaşıcıdır, korku da öyle.."

Gerçekten toplumun, sarı muhalefetin, kadın örgütlerinin, TBB’nin ve bazı baroların “kral çıplak” demesi için daha kaç genç kadın yitip gitmeli, kaç Sinan Ateş ölmeli, kaç Dilek Ekmekçi açlık grevi yapmalı merak ediyorum.

Cesaret bulaşıcıdır, korku da öyle.. Cesareti büyütmemiz gerekiyor. Ancak temiz olan cesur olur. Toplumca temizlenmemiz gerekiyor. Bugün bana kumpas kuran odakların başında yine Melih Gökçek’e yakınlığıyla bilinen Engin Dinç ve ekibi geliyor. İstanbul’dan çok başkent Ankara’yı konuşmamız gerekiyor. Ankara’nın başsavcılığını, emniyetini, büyükşehir belediyesini bütün kurumlarını konuşmamız gerekiyor.

Halen Engin Dinç ve şürekasının “FETÖ/PDY” bağlantılarıyla ilgili tweetler atan CHP Genel Başkan Yardımcısı Murat Bakan’ın beni ziyaret edip, benden detaylı bilgi almasını ve gereğini bir milletvekili olarak yapmasını bekliyorum. İstanbul İl Emniyet Müdürü değişirken, halen Engin Dinç’i görevden alamayan Sayın Ali Yerlikaya’nın Engin Dinç’i görevden almasını bekliyorum.

Bu Engin Dinç ekibinin şu anki İstanbul C. Başsavcısı Akın Gürlek dahil 280 kişiyi yasadışı olarak dinlettiği ve izlettiği iddiası Mayıs 2024’te İsmail Saymaz’ın Akın Gürlek ile görüşerek teyit ettiği haberine konu oldu.

Olayda adı geçen yine Ayhan Bora Kaplan’ın ve Melih Gökçek’in avukatı Fatih Atalay. Olayın mağduru olarak basına yansıyan isimlerden Sayın Akın Gürlek’in de bu konunun takipçisi olmasını ümit ediyorum. Ben de Engin Dinç ve şürekası hakkında avukatlarım aracılığıyla suç duyurusunda bulunacağım.

“Türkiye hiçbir zaman hukuk devleti olmadı”

10 Aralık İnsan Hakları Haftası başlıyor. Bu hafta size ne düşündürüyor?

10 Aralık İnsan Hakları Haftası’na keşke bu kadar çok ve ağır insan hakları ihlalleriyle girmediğimiz bir Türkiye’ye uyansak. Türkiye’nin insan hakları ihlallerinde dünyada başa güreşen, hukukun üstünlüğü endeksinde ise dibe vuran bir ülke oldu.

Kötü bir tesadüf mü, tevafuk mu bilinmez; özellikle benim kendi soybağı hikayemden çıkan adalet arayışımın kronolojisiyle, Türkiye’de hukuksuzluğun arşı deldiği distopik son 10 yılın kronolojisi örtüşüyor. Ancak Türkiye hiçbir zaman hukuk devleti olma idealine yaklaşmadı.

Bugünlerin tohumları da özellikle 1980 faşist darbesiyle ekildi. 1961 Anayasası’nda Türkiye Cumhuriyeti Devleti “insan haklarına dayanan” olarak tanımlanıyordu.

Hani şu Kenan Evren ve 1980 darbesi mirası olduğu halde Allah kelamı muamelesi gören, muhalefetin bile iki gözlü tavırlarına mazhar olan 1982 Anayasası’nın değiştirilemez ilk 3 maddesinde (ki 1.maddeyi zaten kimsenin tartışmaya açmayacağı, Türkiye devletinin bir Cumhuriyet olduğu açıktır) devletin niteliklerinden biri “insan haklarına saygılı” olarak ifade edilmiş. 1961 ve 1982 anayasaları arasında ne kadar büyük bir zihniyet farkı var aslında.

“Baro desteğini çok önemli buluyorum”

Devletin insan haklarına sözde saygılı olacağı bir formül değil, “insan haklarına dayanacağı” varlık sebebini insan haklarında bulacağı bir formül pekala tartışılabilmeli. İstanbul Barosu’nun yeni seçilen başkanı Sayın Hocamız Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu’nun ilk 3 maddeyle ilgili yaptığı cesur açıklamayı da, tekrar tutuklanmam sonrasında kendisinin ve Baromuz yönetim kurulunun bana verdikleri desteği de çok olumlu buluyorum.

Türkiye’de sadece iktidarın değil, muhalefetin ve hukukçuların da insan hakları konusundaki samimiyetsizliği artık son bulmalı. Kendi yakın çevremdeki meslektaşlarım arasında bile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ünlü Handyside/ Birleşik Krallık kararındaki ifade özgürlüğü kriterlerini unutmuş, SLAPP davaları ve ülkedeki otoriter havayı kanıksamış meslektaşlarımı görmek beni üzüyor.

Türkiye’de hukukun üstünlüğü için herkesin elini taşın altına koyma zamanı geldi de geçiyor. Bu yük ülkemiz için taşınmaz oldu. Genel Af tartışmalarını da bu bağlamda okumak gerekli.

Öncelik hukuka dönüş, AİHM kararlarını ve AYM kararlarını uygulamak olmalı. Ancak enkazın hızlıca kalkması, ülkenin verimli insan gücü ve enerjisini geri kazanması için de tek yol genel af gibi görünüyor.

“Şeytani kötülük son bulsun”

Endişem benim ifşa ve ihbar ettiğim kirli, kriminal şahıs ve kadroların sütten çıkmış ak kaşık gibi yerlerini muhafaza etmesi ve ülkenin aynı kısır döngüye tekrar girmesidir. Umarım bu hukuksuz dönemi en az hasar ile ve en hızlı şekilde atlatırız.

Son olarak şunu söylemek istiyorum. Biyolojik ailemi bilme, bulma gibi en temel varoluşsal hakkımı aramak için bir ceza hukuku doktoru kadın olarak çıktığım bu yolda, arşı delen haksızlıklarla karşılaştım.

Sonunda beni 86 yaşındaki kalp hastası Cumhuriyet’in ilk hakimlerinden birinin kızı olan evlat edinen annemden de ayrı düşüren bu şeytani kötülüğün, zulmün son bulmasını umuyorum.

Dilek Ekmekçi’nin açıklaması

“Güzel ülkemin vicdanlı insanları,

Eylül 2024 basından beri kumpasla tutuklu bulunduğum Bakırköy Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu'ndan bugün YOK HÜKMÜNDE VE KUMPAS GÖZLEM ALTINA ALMA KARARINA İSTİNADEN, konusu suç olan emir olduğu halde "birilerinin" suç olan emriyle ZORLA/CEBREN Bakırköy Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Tutuklu Koğuşuna yatırıldım.

Cezaevi idaresine pasif direniş gösterdiğim ve hareketsiz kaldığım için, AÇLIK GREVINDE 26. GÜNDE OLMAMA RAĞMEN, bir çuval gibi taşınarak, kelepçelenerek, bu sırada üstümdeki kıyafetler üzerimden çıkacak ve kadınlık onurum, mahremiyetim ihlal edilecek şekilde muamele gördüm.

Rölantiye alınmış görünen bu kumpas sürecinin tam de bugün yeniden tekrar hortlatılmasının sebebini tahmin etmem zor değil. Geçen hafta Cuma günü (06.12-2024) tarihinde avukatlarım ve sevenlerimce paylaşılan kamuoyu açıklamam, dostlarımın da desteğiyle oldukça fazla etkileşim almış. O açıklamada Ankara C. Başsavcısı Gökhan Karaköse ile Melih Gökçek görüşmesinden söz etmiştim. Hem Gökçek'in, hem Ayhan Bora Kaplan'ın avukatının (Fatih Atalay) da görüşmede hazır bulunduğundan ve Ankara'daki bazı savcıların ve Melih Gökçek'in bana işkencesinden söz etmiştim.

Görüldüğü gibi Osman Gökçek'in şikayetiyle bugün zorla, Mazhar Osman Hastanesi'nde işkence (adli mobbing) altında siyasi rehineyim. Açlık grevine devam ediyorum. Ayhan Bora Kaplan soruşturmasını sulandıran Engin Dinç ekibi de hem tahliye oldu, hem göreve döndü. Ne güzel Ankara, ne güzel Savcılık, ne güzel emniyet..." 11.12.2024

Ne olmuştu?

Ceza hukukçusu Dilek Ekmekçi, daha önce MHP ve Ülkü Ocakları’nın önde gelen isimleri hakkında Sinan Ateş cinayetinde rolleri olduğu ve kendisini tehdit ettikleri için “suç işlemek amacıyla örgüt kurma” iddiasıyla suç duyurusunda bulunduktan sonra 1 Eylül’de tutuklandı. Tahliye edildiği gün, “Fetullahçı Örgüt’e üye” olduğu iddiasıyla yine tutuklandı. Bakırköy Cezaevi’ne konuldu. 22 Ekim’de görülen ilk duruşmada önce aynı suçtan tahliye edildi, ertesi gün yeniden tutuklandı.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —